Ahmet ÖrsManşet

Emek Mücadelesi Hangi Özü Pekiştirmeli?

Emek mücadelesi nereye akmalı, hangi yatağı derinleştirip hangi özü pekiştirmeli?

Neoliberal saldırganlığın pekiştiği, alan kazandığı son on yıllar boyunca emek mücadelesi, adalet ve özgürlük arayışları da çok yara aldı, fazlasıyla aşındı.

Sol-sosyalist söylemin domine ettiği süreçlerin giderek baskılandığı, geri çekildiği, söylemin kendini yenileyemeyerek mevzi kaybettiği söylenebilir.

Elbette son on yıllar boyunca başka direniş/karşı koyuş biçimleri gelişti, farklı hareketlilikler kendine yer açmaya çalıştı ama toplamda görülen şey, kuşatıcı bir çerçevenin, bir çatı arayışının pek belirgin olmadığıydı.

Bu çatının, ana hattın yokluğunda emeğin, adalet ve özgürlük arayışının varacağı bir yer, ulaşabileceği bir sonuç olabilecek midir? Temel soru budur.

Özellikle asgarî ücret görüşmelerinin gerçekleştiği günlerde bu soruları daha fazla soruyoruz, sormalıyız.

“İşveren” adlı mülk temerküzcüleriyle birtakım sendikal oluşumların meselenin özünü algılayıp ifade etmekten uzak tutumları problemleri kalıcı hâle getirmekten başka bir işe yaramıyor.

Aslında yarıyor demeli, müzakerelerin mülkiyetçi tarafı kendi hesabına tutarlı bir tavır sergiliyor. Reddettiği “Hakça bölüşüm, âdil paylaşım” ilkesini sendikal taraflara da unutturuyor.

İşçinin/emekçinin hakkını talep etme pozisyonuyla egemenler tarafından taltif edilenlerin perişanlığına diyecek söz bulmak zordur.

“İnsanca yaşayacak bir ücret” diye birtakım rakamlar telaffuz ediyorlar. Kimi üç bin sekiz yüz diyor günün koşullarına göre, kimi de ona yakın başka bir rakam…

Yoksulluk sınırlarının yarısından bile daha aşağı seviyelerine emeği pazarlamaya hazırlar. Ne zihinsel, ne siyasal bir hazırlıkları var! Bu, haysiyetli bir duruş mudur?

Bir sendikal mücadelenin, hattın üzerinde siyaset yaptığı bir felsefesi, doktrini olmalı. Ağzından çıkan her lâfın, açtığı her pankartın, attığı her sloganın arkasından başka bir dünya göz kırpmalı!

Birkaç yıl önceki Ülker direnişinde, “Atılan işçiler geri alınsın!” diye slogan attıran sendikacı abiyi eleştirmiştim. “Zaten işçiler daha önce içerdeydi, sömürülüyorlardı, size üye oldular diye atıldırlar. Sizin sloganınıza uyarlarsa yine içeri alınacaklar ve tekrar sömürü mekanizmasının muhatabı olacaklar.” dedim. O da haklı olarak “Peki ya, ne diye slogan atalım?” diye sormuştu.

“Fabrika sökülsün. Büyük üretim araçları üretim-tüketim süreçlerine müdahale eden yapısıyla iktisadi işleyişi baltalamaya dönüktür, meşru değildir. Fabrika sökülünce zenginlikler emekçiler arasında dağıtılıp bölüşülsün, herkes kendi kasabasında, şehrinde, mahallesinde çikolata, bisküvi, şekerleme dükkânı, atölyesi açsın.”

Cevabım buydu. Bu cevap yeni ve başka bir çözüm öneriyordu.

Bursa’da, metal işçilerinin eylemlerine destek verdiğimiz süreçte işçi kardeşimiz Mehmet Altın da benzer bir noktaya dikkat çekmişti: “Biz de tabiatı tahrip eden otomobil üretiyoruz! Bunun üzerine düşünmeliyiz!”

Hem sömürü mekanizmalarını parçalayacak, hem de kendi konumunu sorgulayarak yeni bir modeli, yaşamı pratiğe aktaracak bir bilinç bu sorgulamalarla açığa çıkacaktır.

Haklılığımız her zaman ve zeminde ancak hakikate yakın oluşumuzla belirebilir.

Bütün ifsad ve yozlaşma süreçlerinin dışına çıkıp ıslah programlarının yanına yürüyecek bir emek mücadelesi tasarlanıp örgütlenmelidir. Bütün adımlar, ayrımsız bir şekilde toplamdaki adaleti bütünler mâhiyette atılmalıdır.

Adalet mücadelesi arızalarla ma’lul olduğu anda onun umut olmaktan çıkışı, adalet vasfından uzaklaşması kaçınılmazdır.

Asgarî ücret anlayışına getirilecek köklü eleştirilere ihtiyacımız var. İşçi-işveren tanımlarının pekişen kabullenişine itirazlara ihtiyacımız var. Emek mücadelesinin bazı rakamların esrarengiz kurtarıcılığına sıkıştırılmasına karşı çıkmaya ihtiyacımız var.

Bugün emeğin, alın terinin, emekçinin egemen işleyişten çekilmesini öğütleyip örgütleyecek bir emek, özgürlük ve adalet mücadelesi kurmamız gerekiyor. Karşıtlıkları keskinleşmiş devrimci itiraz siyasal muvaffakiyetle neticelenmezse Hz. Musa’nın Mısır’dan, Hz. Muhammed’in Mekke’den kitlesel çıkışı gibi kurucu bir kopuş asıl ufkumuz olmalıdır.

Kapitalist işleyişin içinde en fazla müzakerelerin itiş-kakış heyecanına sıkışan bir mücadele devrimci özden alabildiğine uzaktır. Sadece köleliği işaret etmesi bakımından belirgin bir çelişki olarak gösterilmesi gereken asgari ücret uygulamasını rakamları gıdım gıdım yukarı çekerek meşrulaştıracak basiretsiz tutumlar mahkûm edilmezse onca enerji boşa gidecek, açık ve gizli işbirlikçilik kazanacaktır.

İnsanca yaşamanın yolu hakça üretim temelinde yine hakça bölüşümdür. Üretim hakça olmazsa bölüşümün hakça olması düşünülemez. Mehmet Altın kardeşimizin işaret ettiği husus budur ve son derece mühimdir.

Emek mücadelesinin hakça üretim zemininden hakça bölüşüm neticesine varan yelpazesi tevhidi perspektifi zorunlu kılmaktadır. Son on yılların devrimci tutumdan faşizan söyleme savrulan genel manadaki işçi savunuculuğu hakikatin tecellisinden rakam fetişizmine, ekmeği paylaşmaya yanaşmayan mülteci karşıtlığına varan bir dizi arızayla boy göstermektedir. Zemin hakikatten yana yara aldıkça bu trendi savuşturmak zordur.

Emek ve alın terini savunan aktüel dil günlük kazanımlara odaklanıp bu kriterlerden saptıkça hem mutlak bir kaybedişe sürüklenecek hem de mülkiyet temerküzcülerinin ekmeğine esaslı yağlar sürmeye devam edecektir.